Hollanda’lı AP parlamenteri Kreschmer’e bile cevablar yetiştirmeye çalışan bir General’e (ve onun şahsında, Sezer’den Baykal’a varıncaya kadar bütün üniformalı-üniformasız, asker-sivil generallere) bir vatandaş olarak, benim de söyleyeceklerim vardır. Ve vatandaşın sözlerine de kulak verilmelidir.. Çünkü, bütün kamu personeli gibi, generallerin maaşını da biz vatandaşlar veriyoruz, başkaları değil.. Ve biz vatandaşlara tahakküm edilmesi, dayatmalarda bulunulması için değil; halkın iradesine göre yapılması istenen ‘hizmet’lerin sunulması için..
Biliyorum, konuya daha girişte, ‘maaş hatırlatması’ yapmak, bizim örflerimize aykırı ve rahatsızlık verici bulunabilir. Ancak, General(ler) de bilir (ve bilmelidirler) ki, gerçek Cumhûriyet sistemlerinde -ve de ‘modern devlet yönetimleri’nde- vatandaşlar ülkelerinin ve devlet mekanizmalarının sahibleri olarak, bütün ‘kamu görevlileri’ne hemen bu hatırlatmayı yaparlar: ‘Bana hizmet etmekle mükellefsin, senin maaşın benim verdiğim vergiden ödeniyor.. Senin vazife alanını benim temsilcilerim belirler.. Sen sadece hizmetin en iyi şekilde verilmesi için gerekli olan ihtisas/ uzmanlık yeteneğini kullanmak zorundasın..’ derler.. Ve karşı taraf da bundan asla alınganlık göstermez, çünkü gerçek de öyledir.. Ve ‘kamu’ ile ’kamu görevlileri’ arasında böyle bir zımnî veya yazılı akd, bir anlaşma olduğu kabul edilir..
Vatandaşın emri altına girmekten rahatsız olan bulunursa, o hizmet alanından çekilir ve kendisine verilen yetkileri bırakır; hele de halkın savunulması için, halk tarafından emanet edilen silahları iade eder, üniformalarını çıkarır, istifa eder. Ve ülkenin doğru yönetilmediğini düşünüp, kendi düşüncesine göre bir düzen vermek isterse, siyasete atılır; halkın temsilciliğine tâlib olur ve kendisine halk tarafından o temsilcilik verilirse, kanunların yapılması için kurulmuş olan Meclis’e girer ve mücadelelerine ona göre devam eder. Ama, asla ve asla, kendisine emanet edilen silahları, ülkenin ve devletin sahibi olan halka karşı bir baskı, tehdid ve yaptırım gücü olarak kullanamaz..
Evet, şeklen ve lafzen değil, gerçek Cumhûriyet rejimlerinde, kamu hizmetlilerinin durumu budur!
Ama, bu anlayışı, ‘atanmışlar’la ‘seçilmiş’leri aynı gibi göstermeye kalkışan ve ‘egemenlik kayıdsız-şartsız ulusundur..’ dedikten sonra, milletin bu hâkimiyet hakkını, -askerî darbe zorlamaları ve ‘ali cengiz’ oyunlarıyla kabul ettirilmiş bir- anayasaya dercedilen, ‘yetkili kurullar eliyle kullanır..’ şeklindeki ibareye dayanarak, devletin temel kurumları arasında üst-ast durumunun sözkonusu olmadığını, olamıyacağını zanneden ve hattâ, -atanmışların tahakkümünün sürmesi için- ‘vatandaş’ın hakk ve özgürlüklerinin sınırlanabileceği’nden söz eden Sezer ve benzerlerinin ‘resmî ideoloji’ye ayarlanmış ‘dogmatik’ kafasından beklemek abestir.
Evet, general(ler) ve benzerleri, hemen ‘Anayasa’dan ve öteki kanunlardan söz etmeye kalkışacaklardır.. Ama, o anayasa, bir laik yargıç olan Yargıtay eski başkanı Sâmî Selçuk’un bile, hem de resmî sıfatını taşıdığı günlerde açıkça dile getirdiği üzere, ‘kerhen, cebren, silah zoruyla, zorla kabul ettirilmiştir. O halde bu anayasa mutlak butlanla, bâtıldır ve keenlemyekûndür..’ dediği, yok sayılması gerektiğini söylediği bir metindir.. Ve insan yapımıdır.. Değiştirilebilir, değiştirilebilmelidir, değiştirilmelidir.. ‘Asla değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez..’ kanunlardan, metinlerden söz ettiniz mi, ‘laik kutsal’lar, ‘dogma’lar üretmişsiniz demektir. (Nitekim, -sivil generallerden- Deniz Baykal, dün, zehir-zemberek ve darbe çığırtkanlığı kokusu veren konuşmasını yaparken bu durumu itiraf ediyor ve milletin, tepeden inmeci, radikal yöntemlerle, ‘yukardan aşağıya’ yapılan düzenlemelerle ‘yeni bir hayat düzenine geçilmesine ihtiyaç duyulduğunu’ söylüyordu. Amma, ‘milletin öyle bir ihtiyacı duymadığının ileri sürülemiyeceği’ de zımnen, belirtiliyordu.. Yani, dayatmalarla boyun eğilmesi isteniyordu.) Halbuki, Cumhûriyet sisteminde, âmir/ emir veren, ancak halktır.. Kamu hizmetleri yapanlar ise, me’mur/ emir alandır.. Ve kamu hizmetine tâlib olanlar yönetim mekanizmasının böyle işlediğini taa baştan bilirler, bilmek zorundadırlar.. Ve onlar, ancak kendi sorumluluk dairesi içindeki ‘ast’ları olanlara emir verebilirler; o da, halk’a hizmetin daha iyi yapılabilmesi için.. Aksi halde, bir isimle ‘cumhûriyet’ olunmaz; belki ‘cumhûriyet’ adına, tiranlık olur, diktatörlük olur, despotluk ve fiilî saltanat olur.
Özgürlükçü ve insan haklarına saygılı bir ferd veya toplum, bu durumlara teslim olmamalı, itiraz etmelidir.. Çünkü, böyle bir dayatmayı kabullenen bir rejimin adına ‘Cumhûriyet’ denilemez.. Böyle bir dayatmayı ve dayatmacılık mantığını kabul eden bir halk sözkonusu ise; o da o halkın bileceği iştir ve ama, kendi kendisini zorbaların, ‘sadist’lerin (tahakküm, işkence ve zulmetmekten zevk alanların), baskıcıların eline gönül rızasıyla bırakan bir toplumun ‘mazohist’ (dövülmekten, işkence görmekten zevk alan) bir toplum olduğu tablosu ortaya çıkar ki, öyle bir toplumun da, öyle bir toplumu yöneten rejimin adını da yeniden belirlemeniz gerekir..
Bu anlayış çerçevesi içinde, asker ve sivil bütün generallerin sözlerine bakarken, kendi dayatmalarını, kanunlar adına nasıl dayattıklarını görmek, hiç de zor değil.. Öyle bir dayatıyorlar ki, ellerindeki tahakküm gücünü, iktidar ni’metini ve milletin zenginlikleri üzerine ahtapot gibi abanmış menfaat odaklarının tamahkâr iştihalarını frenlemek isteyen her davranışa karşı, şekillenmiş bütün güç odakları toplumu bombardıman edebilmekte ve toplum ise, sadece seyirci kalmayı yeğlemekte.. Biz bu filmi, 27 Mayıs 1960 öncesinde de, 12 Mart 1971, 12 Eylûl 1980 ve 28 Şubat 1997 Askerî Darbeleri’nin öncesinde de görmüştük.. Laik/ kemalist iktidar/ fiilî saltanat odaklarının halka hükûmet etmekten, hükmetmekten elçekmemek için, 100 yıla yakın zamandır takib ettikleri stratejinin, entrikaları nasıl tezgahladığını bilmiyor muyuz? Unutanlar, ‘28 Şubat’ filmini zihinlerinde canlandırsınlar.
[ Arşivle! ]
[ Yazdır! ]
[ Postala! ]
|